Babalık öyle annelik
gibi doğal olarak kazanılan bir isim değil. Annelik insanın içinde ilk canı
hissettiği an başlıyor ve çocuğunun içinde büyümesi ile annelik hislerin büyüyor.
İçindeki canlıyı daha görmeden büyük bir aşk ile sevmeye başlıyorsun. O senin
bir parçan oluyor. Anne ve bebek doğal olarak birbirlerinin vazgeçilmezleri
oluyorlar. Baba ise çocuğunu kucağına alıyor ve çocuk ile arasındaki bağı
keliminin tam anlamı ile tırnakları ile kazıyarak elde ediyor. Özelikle ilk 3
ay. Ne zor bir dönemdir o ilk üç ay babalar için. Eğer bir de çocuğunuzu
emziriyorsanız. Baba isterse ağzı ile kuş tutsun çocuk yine anneyi istiyor.
Baba anneden çalabildiği zamanlarda çocuğu ile baba-çocuk ilişkisi kurmaya
çalışıyor. O zamanlarda her anın değeri daha bir artıyor. Baba kendi kokusuna,
kendi sesine alıştırabildiği ölçüde çocuk onu tanıyor ve baba daha çok baba
gibi hissediyor.
Geçmişimize dair
biriktirdiğimiz anılarımızı sadece gözümüzde canladırdığımız ve kelimelere
döktüğümüz olaylara indirgemek o yüzden eksik bence. Kokular, sesler,
dokunuşlar da hatıralarımızın bir parçası. Çocuğu doğduğu andan itibaren orada
hazır olduğunu gösteren ve bunu çocuğuna hissettiren babanın biriktirdiği anılar
o yüzden çok değerli. Bu açıdan bir baba olarak babalığınızı çocuğunuzun sizi
tanıyacağı veya sizin gülümsemelerinize karşılık vereceği vakitlere ertelemeyin
bence.
Emre ile Meryem
(daha sonra Bilge) ilk doğduğunda kim daha fazla sarılacak, kucağına alacak
tartışması yapardık. Meryem daha birkaç haftalıkken benim kokuma alışmıştı.
Geceleri Emre ona sarılarak uyumaya çalıştığında yaygarayı basardı ve bu durum
Emre’yi eper bir üzerdi. İşte yukarıda bahsettiğim doğal olarak ve çalışarak edinilen
haklar bu noktada önem taşıyor. Çocuğu tamamen anneye bırakmak yerine orada
kendi kendine bir yer edinmeye çalışmak bazı babaları diğerinden farklı
kılıyor. Nitekim bizim ailemizde de böyle oldu. Her ne kadar Meryem yine arada
gelip beni koklayıp “sen anne gibi kokuyorsun!” dese de onun için babasının
yeri çok ama ayrı. Geceleri
özellikle 1.buçuk yaşından sonra Bilge her uyandığında Emre onu sakinleştirmeye
gitti. Şimdi Bilge korktuğu zamanlarda babasına sarılmayı bana sarılmaya tercih
ediyor. Çünkü onun rahatlamak için yaslandığı omuz çoğunlukla babasının
omuzları oldu.
Yemek yerken kaşığı ağızlarına götürerek “deliyor,
deliyor, deliyor” (yani geliyor, geliyor geliyor) yapmak onlara hem yemeği
eğlenceli kılıyor hem de yemek yerken babaları ile paylaştıkları bir an oluyor.
Bir de bizim babamız biraz komiktir. Özellikle Meryem için bu çok değerli. Ben,
nasıl anlatsam, biraz fazla düzüm galiba. Çocuklar üzerlerine elbise mi
giyecekler benden en fazla duyacakları “hadi elbiselerinizi giyin” komutu olur.
Emre ise “hadi önce kim giyecek” diyerek onların yarışma isteğini uyandırıyor.
Bilge bile başladı “ben kazandım”lara. Sonra onları giydirirken çeşitli
komiklikler yapıyor. Özellikle sabah biraz aksi olarak uyandılarsa Emre’nin
hareketleri uykularını hemencecik açıyor, neşelerini yerine getiriyor. Mesela Bilge’nin
pantolonunu alıyor kendi giymeye çalışıyor veya bluzunu ayağına giydirmeye
çalışıyor. Biraz önce ağlayan veya ters davranan çocuklar basıyorlar kahkahayı.
Babalar gününde
ailecek bir arada vakit geçirebilmek için parka gittik. Yarış bisikletlerinin
olduğu yerdeyiz. Daha birkaç gün önce çocukları tek başıma getirdiğimde Bilge’yi
tüm yarış pisti boyunca itmekten yorulmuştum. O yüzden bu sefer çocukları Emre’ye
bıraktım. Meryem artık kendi başına gidip gelebiliyor. Emre, Bilge ile
ilgileniyor. Ve bir süre sonra baktım Bilge direksiyonu kendi başına kullanır
olmuş. Emre sadece onu yokuştan aşağı itiyor. Bilge kendi gidiyor. İşte tam bu
sebeple zor işleri öğretecek bir babası olması lazım insanın. Ben anne olarak
Bilge’nin güvenliğinden duyduğum endişe ile onun öğrenmesini engellemiştim.
Halbuki Emre orada ona nasıl tek başına gidebileceğini gösterdi.
Parkta oturmuş
onları seyrederken kendi babam ile biriktirdiğim anılarıma dönüyorum. Elimde
kalan bir iki tanesine bütün gücümle sarılmaya çalışıyorum. Babamı babam olarak
tanımlayacağım birkaç net özelliği var benim için. Kendi deyimiyle benim babam demokrat
bir insan. Ama harbi demokrat. Herkes bilir babamın insanların düşüncelerine ve
yaşayışlarına saygı duyduğunu. Bir de bizim ilk öğretmenimiz sayılır. Biz küçükken eline kitabı alır bizi ders
çalıştırırdı. Onunla matematik çalışmayı çok sevmezdim çünkü çabuk sinirlenirdi
ama bir arada Türkçe çalıştığımız zamanlar çok değerliydi. Bize bir tane “Güzel
Konuşma ve Yazma” kitabı almıştı. Oradan parçaları birlikte okur ve üzerinde
düşünürdük. O anları çok severdim. Ve tabii Beşiktaşlı olması. Birlikte oturur maç
izlerdik. Hatta bir keresinde bizi Beşiktaş maçına götürmüştü. Beşiktaş-Konyaspor
maçıydı. Gerçek bir maça gittik diye ne çok heyecanlanmıştım. Ben o yüzden soran herkese gururla “ben
babadan Beşiktaşlıyım” derim. Benim üniversite zamanlarımda Beşiktaşın
yenildiği bir gün babamla telefonda konuşuyorduk. Üzgün bir şekilde Beşiktaşın yenildiğinden
bahsediyordum bana cevabı “hayat bu kızım, kazanmak da var kaybetmek de”
olmuştu. Babamın bu sözü bizim Emre ile aramızda bir özdeyiş oldu diyebilirim. Yaşanılan
küçük başarısızlıklarda birbirimizi bu şekilde teselli ederiz. Bir sabah ailecek çok erken kalkmıştık ve
güzel bir sabah geçirmiştik. Sanırım bahçeye gitmiştik. O günün sonunda babam
bundan sonra hep saat altıda kalkacağız demişti. Ve tabii ki sonraki gün, daha
sonraki ve daha sonraki günler olmayan bir söz olarak kalmıştı bu hep saat
altıda kalkma isteği... Bir de babamın bana bıraktığı yarın sözü var. Hiç
gelmeyecek zamandı yarın benim için. Hep inanıp sonra hayal kırıklığına
uğradığım yarınlar öğretmişti bunu bana.
İnsan belki
çocukken anılarını daha taze tutabiliyor ama belli bir yaşa gelince bütün
yaşadıklarının ağırlığı ile bir avuç dolusu anı kalıyor sana geriye. O açıdan baba
olarak çocuklarımıza ayırdığımız zamanlar iki taraflı değerli bence. Babaya
baba olduğunu hissettiriyor. Çocuğun da büyüyüp yetişkin olduğunda yanında
olmasa bile zihninde, hislerinde babasını her daim canlı tutuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder